28 Temmuz 2010 Çarşamba
Amerikan Güzeli; uçuşan torba sahnesi..
the flying plastic bag scene from Ameriacn Beauty
Çektiğim en güzel şeyi görmek ister misin?
Kar yağışına dakikalar kalan günlerden biriydi.
Hava elektrik yüklüydü.
Neredeyse duyabiliyordun.
Tamam mı?
Ve bu torba oradaydı.
Benimle dans ediyordu...
...oynamam için yalvaran
küçük bir çocuk gibi.
15 dakika için.
İşte o gün fark ettim...
...her şeyin ardında hayat vardı...
...ve iyilik dolu, inanılmaz bir güç.
Korkmak için hiç bir neden
olmadığına inanmamı istiyordu.
Hem de hiç.
Video, zavallı bir bahane, biliyorum.
Ama hatırlamama yardim ediyor.
Hatırlamaya ihtiyacım var.
Bazen öyle çok güzellik var ki dünyada.
Dayanamayacağımı hissediyorum.
Ve kalbim...içine kapanacak
19 Temmuz 2010 Pazartesi
İNATÇI KERABAN VE 3. KÖPRÜ AYMAZLIĞI..
Jules Verne, 1883 yılında kaleme aldığı bu kitabında, (II.Mahmut reformlar dönemi)hiç görmediği Osmanlı İmparatorluğu'nun iki şehrini İstanbul ve Trabzon'u Hollandalı bir tüccar ile uşağının gözünden anlatıyor.
Kéraban-le-Têtu, Hollandalı tütün tüccarı Van Mitten ile uşağı Bruno'nun bir Ramazan günü İstanbul'a glemesiyle bayşlıyor. Herkes oruçlu olduğu için İstanbul terkedilmiş bir şehir görüntüsündedir. Van Mitten ile Bruno, İstanbul'da dolaşmaya başlarlar. Tophane Meydanı'nı, Altın Boynuz'u, Beyazıt'ı...
Sonra Van Mitten İstanbullu tüccar Keraban Ağa ile buluşur. Ağa'nın
Üsküdar'daki konağına akşam yemeğine gitmek üzere yola çıkarlar. aylardan
ramazandır. keraban ağa her akşam bindiği kayığa adımını atacakken
borazanlar öter, trampetler çalınır, üniformalı bir adam elinde tuttuğu kâğıdı
başlar okumaya:
' zaptiye reisi müşür'ün emriyle, bu günden itibâren ister kayıkla olsun, ister
yelkenli veya buharlı teknelerle olsun, istanbul yönünden üsküdar'a,
üsküdar'dan istanbul'a geçmek için boğaz'ı geçen araçlı araçsız herkes on para ödemeye mecburdur. bu emre uymayanlar para ve hapis cezasına
çarptırılacaklardır.'
Keraban Ağa asla benden bu parayı alamazsınız diye fermana baş kaldırır.
Zaptiyeler de otoritenin karşı konulmazlığını anlatmak için Ağa"yı uyarırlar:
-O zaman da misafirinle evine gidemezsin!
Keraban Ağa"ya karşı yapılabilecek en kötü şey budur, anında kararını veriyor:
-Ben size bir kuruş bile vermeyeceğim, evime de gideceğim!
Keraban Ağa kendisine inatçı lakabını takanların bir kez daha gurur duyacakları kararını veriyor. Duruşunu sergiliyor..Tophane"den çıkıyor yola, Kırklareli-Varna-Bükreş-Odesa-Kırım-Soçi-Batum-Trabzon-Ankara-Adapazarı" nı geçip İstanbul"a varıyor. Üsküdar sahiline gelip:
-İşte size para vermeden Üsküdar"a geldim. Şimdi de Sultantepe"deki evime
çıkıp misafirlerimle Boğaz"a karşı yemeğimi yiyeceğim!
Tabii bu alternatif Tophane-Üsküdar yolculuğu biraz zaman ve de paraya
maloluyor ama Keraban Ağa ile kimsenin inatlaşamayacağı bir kez daha kendini kanıtlıyor.
ilkeli olmanın kararlılık ve duruş göstermenin zamanıdır bu günler..
çevre v finansal kaynak düşmanı,imar rantı dostu 3. köprüye HAYIR demek
için bu hikayeyi hatırlatmak istedim..Başbakan Erdoğan ın tanımladığı sık sık tekerlediğ,istemezükçülerindenim..Alternatif TÜP GEÇİT
7 tane otomobil fabrikasının olduğu ve insanların ailecek trafiğe çıkmayı sevdiği bir ülkede tabiki üretim artıp satışlarda fazlalaşsın..Trafik arap saçına dönmesin..
Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Fakültesi öğretim görevlisi Prof. Dr. Semih
Tezcan, üçüncü bir köprünün çözüm olmayacağı, İstanbul trafiğini içinden
çıkılmaz bir hale getireceğini savundu. Tezcan, şunları söyledi:
"Birincisini yaptınız, ikincisi gerekti. İkincisini yaptınız, yetmedi, üçüncüden
bahsediyorsunuz. Bu 20 köprüye kadar gider. Köprü ulaşım teknolojisi işi
bilmeyen insanların projeleridir. Yol açmak, trafiği açmak için yeterli değil. Kısabir dönem rahatlama yaşanır, sonra yine tıkanır. Köprüleri dolduran yüzde 80 oranında özel araçlardır. Yeni bir köprü, yeni otomobilleri kamçılar.
TÜP GEÇİT yapılırsa 3. köprüye gerek kalmaz ve mevcut köprülerin trafiğini de rahatlatır. Tüp geçitteki bir raylı sistemde tek yönde saatte 70 bin yolcu
taşınırsa günde yaklaşık 1.5-2 milyon yolcu eder. İki köprüden geçen yolcu
sayısıysa yaklaşık 900 bin kişidir. Boğaz'da bir tüp geçit dört köprüye bedeldir. Ayrıca TÜP GEÇİT köprüye göre daha konforludur."
Türkiye'de ilk defa metro üzerine tez hazırlayan Prof. Keskin 'Yapılan
hesaplamalar köprü yaptıkça trafiğe çıkan araç sayısının arttığını gösteriyor'
dedi İSTANBUL - İstatistikler yapılan köprülerin İstanbul'un trafik sorununu çözmediğini ortaya koydu. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü'nün açıldığı 1988 yılında Boğaziçi Köprüsü'ndeki araç trafiği rahatlamak yerine yüzde 6 oranında arttı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin eski ulaşım danışmanlarından Prof. Dr. Adnan Keskin, yeni bir Boğaz köprüsünün
İstanbul'un trafik sorununu çözmeyeceğini ve yapılan her köprünün yeni bir
köprüyü ihtiyaç haline getireceğini söyledi. 1962' Turgut Cansever 'Bu köprü tuzaktır, yarın birincisi, sonra ikincisi gelir ve bu 12'ye kadar çıkar' demişti. O zamanlar dediklerine gülmüştükama ilk . Şimdi Manhattan ve Broklyn
arasındaki çok sayıdaki köprü örnek gösteriliyor. Ama orada köprülerin
bozacağı bir doğa veya tarih yok, taş yığınından ibaret bir yerleşim. . Bence
köprü yapmak Bedeviliktir.
DOLAYLI VERGİLER e alıştık zaten gönülden ödüyoruz.. bu 6 Milyar D. maliyet bizi ilgilendirmez demeyelim
Metin Münir milliyet d yazdı..
Fransa’nın Aveyron ilindeki Millau Köprüsü dünyanın mühendislik harikalarından biridir.
Aralık 2004’te açıldı ve planlama, dizayn ve mühendislikte standartları yeni bir yüksekliğe taşıdı.
Tarn Nehri üzerindeki dört kulvarlı köprü Paris’i Barcelona’ya bağlar. Uzunluğu 2.4 kilometredir. Yüksekliği 270 metredir ve Paris’in ünlü Eyfel Kulesi’nden yüksektir.
Millau Köprüsü göze tat veren görüntüsünü ünlü İngiliz mimari Norman Foster’e borçludur. Foster köprüsünü “şeffaf ve narin” ve -bu bizi çok ilgilendirmeli- ucuz olmak üzere tasarladı.
Mümkün olduğu kadar az malzeme kullanılarak yapılan köprü neredeyse tamamen özel çelikten yapıldı.
Ne kadara çıktı peki?
Bunun cevabını vermeden önce Ulaştırma Bakanı Yıldırım’ın Üçüncü Boğaz Köprüsü için biçtiği fiyatı hatırlatayım: Altı milyar dolar.
Yıldırım’ın köprüsü Millau’dan bir kilometre kısadır. Yüksekliği de muhtemelen 100 metre daha az olacak.
Millau 400 milyon euro’ya mal oldu. Yaklaşık 550 milyon dolar.
Birilerinin Yıldırım’a sorması lazım.
Üçüncü köprü ile ilgili olarak yer tespitinden başka hiçbir hazırlık olmadığına göre, altı milyar dolar maliyete hangi verilerle varıldı?
Fransızlar, daha yüksek ve uzun köprüyü 400 milyon euro’ya mal etti de Ulaştırma Bakanlığı neden edemiyor?
Projesi olmayan bir işin fiyatını telaffuz edilip de müteahhitlere tüyo vermek ne biçim iş adamlığı ve devlet adamlığıdır?
Yıldırım’ın cevaplarından bazılarını ne olacağını biliyorum. “Benim fiyatıma 1-1.5 milyar dolar kamulaştırma bedeli ve 260 kilometre yol inşaatı dahildir”, diyecek.
Ama Fransızların kamulaştırma bedeli ile bağlantı yolları hesapladığında bile 6 milyarın yarısına bile ulaşılamıyor.
Yurtiçinde ve dışında emsallere bakarak, köprünün, yolların ve kamulaştırmanın bedelini tahmin etmek mümkündür. Altı milyar doları, büyük bir bölümünün rant olarak dağıtılması dışında, hiçbir şey gerekçeleyemez.
Dün de yazdığım gibi, 10 yıldan fazla bir süredir gündemde olmasına rağmen Karayolları Genel Müdürlüğü üçüncü köprüyle ilgili hiçbir hazırlık yapmadı. Sıfır.
Karayolları’nın planı işin tamamını yap-işlet-devlet modeliyle hayata geçirmek üzere bir şirkete devretmektir. Karayolları Genel Müdürü Cahit Turhan’a da şunları sormak lazım: Ne zamandan beri köprü ve otoyolların kesin maliyeti, görevlendirilecek şirketin teklifiyle belirleniyor? Maliyet etüt çalışması yapılmadan mı ihale açılacak?
Yeteneksizlik ve hayal gücü iflasının AKP bürokrasisinde ne kadar korkunç olduğuna bundan daha iyi bir örnek bulmak kolay değildir.
Bitmedi. Israrlı dedikodulara göre köprü ve çevre yollarının yerini ta başından bilenler vardı ve oraları kapattılar. Artık yatırımlarını nakde çevirmeleri lazım. Bunun için de bir an önce köprü gündeme gelmeli, imar planları değiştirilmeli, inşaatlar başlamalıdır.
Diyecek tek şey var: Tanrı Türkü Türklerden korusun.
10 Temmuz 2010 Cumartesi
The Pacific 3. bölümde "izmir i Türkler 1922'de girip yakıp yıktılar! diyaloğu
Avustralya'ya
yerleşmiş bir Rum ailenin kızı olan Stella, ABD'li askere öykülerini anlatıyor
...sizin gibi bir Yunan hanımı Melbourne'e niye geldi?
What's a greek girl like you doing in melbourne?
Oh, you don't care about that. No no no, don't go officer on me.
You're not australian.
Hayır, hayır, ben eski kıtadan geliyorum.
No no, I come from the old country.
Smyrna.
- Türkler tarafından alınmıştı, değil mi?
- Biliyor musun?Çok okurum.
That was sacked by the turks, wasn't it? You know about that?
Um, I read a lot.
Türkler 1922'de girip yakıp yıktılar!
Hayatta kaldıysan annem ve benim gibi kaçardın.
Ama biz rıhtıma kadar gidebildik.
Sonra bir gemiye yüzdük. Kaptan bizi gemisine aldı
ve Pire'ye kadar götürdü. Hayatlarımızı kurtardı!
Ama evimiz gitmişti.
Ne yapacaktık? Buraya geldik.
Yaşadık, çalıştık, aşkı bulduk.
The turks invaded in 1922
and burned it down.
All gone. If you survived,
you fled like my mama and me.
But we made it down to the docks.
We swam to a ship.
The captain took us onboard
And sailed us to piraeus.
He saved our lives. But our home was gone.
So where do we go? We come here.
We live, we work, we find love.
Şimdi de sen bana evini anlatmalısın.
- Evet, Amerika'yı anlat.
- Hayır, hayır, hayır! Amerika'yı değil.
Amerika'yı filmlerde görüyoruz.
Aileni anlat. Görünüşe göre ikimiz de
felaketten kaçmışız.
So now you must tell about your home.
- Yeah, about america.
- No no no. Not america. America
we see in the movies.
Your family. - Well,
seems like we both escaped disaster.
Dizinin temel aldığı kitaplardan 'Helmet For My Pillow'da yazar Robert Leckie'nin böyle bir anısı yok. senaryo yazarı yunan asıllı olursa böyle yorumlayabilir..lobiciliğin yanlı v subjektif bir ürünü. 1922 d Türk ordusu izmir e girdi tabii..
bence yangının kahramanlar semtinde,şimdiki fuar alanı, başlaması ve oranın da Ermeni mahallesi olması yangını ermenilerin çıkardığını gösterir mi. tahminim budur.. söylenenlere göre anadoluda ki sermayenin 1/3 üne sahip zengin azınlıklar bu serveti türklere vermek istemezlerdi..
Yakındoğu Yardım Komitesi Başkanı Mark Prentiss'in "Ermeni ve Rumlar ellerindeki ganimeti düşmana temsil etmemeye kararlıydılar" diyen raporu
türklerde yangını söndürmeyip seyretmişler. ermeniler gelen itfaiyeye ateş etti diyenler var..
Falih Rıfkı'nın kitabında ise
İzmir'i, kente giren ilk birliklere kumanda eden
""Sakallı" lakaplı Nureddin Paşa yakmış.deniliyor..
"İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları,
oteller ve kazinolar kalırsa, azlıklardan
kurtulamıyacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci
Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu
vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının
oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa,
yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya
tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir.
Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir
Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki
hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim
olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da
yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış
olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi mi
gelecekti? Koyu bir mutaassıp, öfkelendirici bir
demagog olarak tanımış olduğum Nureddin Paşa,
ta Afyon'dan beri Yunan'lıların yakıp kül ettiği
Türk kasabalarının enkazını ve ağlayıp çırpınan
halkını görerek gelen subayların ve neferlerin
affetmez hınç ve intikam hislerinden de
şüphesiz kuvvet almakta idi." (Falih Rıfkı Atay,Çankaya, 1958
baskısı, Dünya Yayınları, s.
ingiliz gazeteci-yazar gıles mılton, Türk Ordusu'nun İzmir'deki gayrimüslimleri katlettiğini iddia etmekle kalmıyor, başta İngilizler olmak üzere işgal kuvvetlerini de bu katliama göz yummakla suçluyor. Milton, Yunan askerlerini çiçeklerle karşılayıp Türkler'i öldüren ve evlerini yağmalayan İzmirli Rumlar'ın, Türk askerinin şehre girişiyle cehennemi yaşadığını aktarıyor. Milton'a göre gayrimüslimler limanın açığında bekleyen 21 savaş gemisindeki ittifak askerlerinin kendilerini kurtaracağını sanyorlardı. Milton bu bekleyişin boşa çıktığını ve evleri yanan yaklaşık 100 bin gayrimüslimin Kordon'a yığıldığını ancak başıboş Türk grupların saldırılarına uğradığını yazıyor. Gemilerdeki danslı eğlence sırasında Rumlar'ın çığlıklarını duymak istemeyen İngiliz komutanlar, orkestraya daha yüksek sesle çalmalarını emretmiş.
sonuçta 1922 yangınından sonra İzmir'de ne ticaret ne
de sanayi kalmıştı...Rum ve Ermeniler
kaçmıştı,öldürülmüştü. toprakları bol olsun..
yunan ordusun v işbirlikçilerinin zulmene uğrayan müslüman halkımıza da allah rahmet eylesin
İnönü nün baskıcı bürokrasisinin çöreklendiği otoriter
CHP'ye ilk muhalefet bayrağının niçin Ege
bölgesinde açıldığının, Serbest Fırka'nın
niçin İzmir çevresinde serpilip geliştiğinin bu ticari geriliğinv yoksulluğa düşüşün büyük payı vardır..Tarım tekniklerini bilenler kaçtı..
Halk, 1930 yılında, Serbest Fırka'nın
başkanı Fethi Bey'e "kurtar bizi bu
mutemetlerden, kurtar" diye haykırıyordu
wisconsin üniversitesinde osmanlı tarih bölümünün kurucusu Prof. KEMAL H. KARPAT müslüman türklerin dramını ve tarihimizi çok çarpıcı anlatıyor.
19. yüzyılda kapitalizmin Anadolu’ya girmesiyle adalardaki Rumlar 1815-20’lerde Batı Anadolu’ya geçerek buralarda iş sahibi oldular. Daha sonra akrabalarını getirdiler, Yunanistan’daki bankaların verdiği kredilerle işletmeler kurdular. Mesela Ayvalık endüstri merkezine dönüştü. Rumların Batı Anadolu’ya ekonomik penetrasyonu oldu.
Kapitalizmin girişiyle birlikte, Batı Anadolu’daki halkı yoğunluk Rumlarda olmak üzere ‘sermaye’ sömürdü. Bunları yönlendiren de İngiliz, İtalyan sermayesiydi. O dönemde Batı Anadolu’da Müslüman halk arasında öyle büyük fakirlik vardı ki... Kadınlar doğurmamak için çocuklarını düşürüyorlardı. Henüz ilişkiler Rum, Hıristiyan düşmanlığına dönüşmemişti ama halk onlarla arasındaki farkı hissediyordu. Nihayet 1919’da burayı Yunanistan’a katmak için büyük bir Rum istilası yaşandı. Kurtuluş Savaşı olmasaydı İstanbul, Trakya ve Ege bugün Yunanistan olmuştu.
İLK UÇAK FABRİKASINI ABD KAPATTIRDI…
Türk bayrağını görmeyi en çok özlediğim gurur verici bir yer..
kendi yaptığımız uçağın kanadı..
Türkiye’nin ilk pilot okulu Gök Okulu’nun mezunlarından olan Mehmet Kum, Türkiye’deki ilk uçak fabrikasını kuran Nuri Demirağ’ın da damadı.19 yaşından beri uçan Kum, ilk uçak fabrikasının kuruluş öyküsünü ve nasıl kapatıldığını, İkinci Dünya Savaşı sırasında İspanya’nın satın almak istediği uçakların satışının neden engellendiği anlattı…….
İnsanın kendini gökyüzüyle bir hissettiği küçücük Cessna 172 tipi uçağın pilotu Mehmet Kum, 19 yaşında tanışmış uçaklarla.İlk günkü heyecanından bir şey kaybetmemiş,uçarken çok muzip.İnsanı adrenaline boğan pozitif(ani irtifa kazancı) ve negatif (ani irtifa kaybı) adını verdiği oyunla ayaklarımız yerden kesiliyor! Sağlığı uçak kullanırken muziplik yapabilecek kadar yerinde ama ne olur olmaz diye bir uçuş hocası refakat ediyor.Bir özelliği de,Türkiye’deki uçak sanayinin ilk müteşebbislerinden Nuri Demirağ’ın damadı olması.
Demirağ, Türkiye’de pek çok ilke imza atmış bir isim.En önemlisi Türkiye’deki ilk uçak fabrikasını kurmuş olması.1930’larda hava gücünü arttırmak için Türkiye’nin dört bir yanında para toplanır,satın alınıp orduya armağan edilen uçaklara o ilin adı verilir. İşadamları da elini cebine atar,örneğin Vehbi Koç 5 bin lira bağışlar.Nuri Demirağ ise “Benden ulus için bir şey istiyorsanız en mükemmelini istemelisiniz.Bu uçakların fabrikasını yapmaya adayım” diyerek 1936 yılında,Beşiktaş’ta Tayyare Etüt Atölyesi’ni kurar.Bugün Deniz Müzesi olarak kullanılan atölye zamanla büyür ve uçak fabrikası haline getirilir.Mehmet Kum’a göre Demirağ’ın fabrikası, Avrupa ve Amerika’daki uçak fabrikalarıyla aynı düzeydedir.Uçuş denemeleri için de Yeşilköy’de,şu anda Atatürk Havaalanı olarak kullanılan Elmas Paşa Çiftliği satın alınır ve o sırada Avrupa’nın en modern havaalanı olan Amsterdam Havaalanı’nın standardında bir havaalanı yapılır.
“Türk’ün yaptığı uçakları elbette Türkiye’de yetişen pilotlar uçuracaktır!”Bu düşünceyle,Türkiye’nin ilk pilot okulu Gök Okulu’nu kurar Demirağ.İlk mezunlarından Mehmet Kum’un Demirağ’la da macerası da uçak fabrikasında staj yaparken başlar.Kum kısa bir süre sonra mezun olduğu Gök Okulu’nda hoca olur.İTÜ Uçak Mühendisliği’nden de mezun olan Kum diplomasını almadan 1 ay önce Demirağ’ın kızıyla evlenir.
Mehmet Kum’un okul arkadaşlarından biride dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün oğullarından Ömer İnönü’dür.Fakat Ömer İnönü kayıttan 1 hafta sonra okulu bırakır.Kum,Ömer İnönü’nün okuldan ayrılmasına Türk Hava Kurumu (THK) bünyesindeki Türk Kuşu Uçuş Okulu’nun sebep olduğunu söylüyor.”Türk Kuşu, vay efendim biz varken İsmet İnönü’nün oğlu niçin Nuri Demirağ’ın okuluna gidiyor,diye hayıflandı. Hava Kurumundan 2 uçak Yeşilköy’deki askeri havaalanına geldi ve Ömer’i aldılar.Neymiş efendim,Nuri Demirağ’ın uçakları güvenli değilmiş.Güvenli değilse, sen bir devlet adamı olarak sadece oğlunu kurtaracağına, zaten müsaade etme okula!Köpek eniği miyiz biz?”Kum’un THK’ya içerlemesinin bir nedeni daha var:”THK,1938’de Demirağ’a 10 okul uçağı ve 65 planör siparişi verdi.Uçak ve planörlerin planını çizen ve Demirağ’ın sağ kolu olan Selahattin Alan, ilk uçak yapıldığında çok heyecanlandı ve ilk deneme uçuşunu kendisi yapmak istedi.Eskişehir İnönü Havaalanındaki törene katılmak üzere yola çıktı. Selahattin Alan Eskişehir’e iniş yaparken, alanın etrafına yağmur suyu birikmesin diye kazılan hendekleri fark etmeyince, uçağın tekerlekleri hendeğe takıldı ve uçak takla attı.”Alan’ın hayatını kaybettiği kaza bir bakıma Nuri Demirağ için sonun başlangıcıydı.Çünkü THK “şartlara uygun değil” gerekçesiyle siparişleri iptal eder.Nuri Bey “Gelin beraber deneme uçuşu yapalım”dese de THK kararından dönmez.İş yargıya yansır.Bağımsız bilirkişiler olumlu rapor verse de,mahkemenin atadığı bilirkişi heyeti olumsuz rapor verince dava Demirağ aleyhine sonuçlanır.THK da Türk uçakları yerine,Fransa’dan hizmet dışı bırakılan Henrio uçaklarını satın alır.Gelen uçaklarsa kısa bir süre sonra hurdaya çıkarılır.
Yurtdışında büyük ilgi gören ve dünya havacılığı yolcu uçakları A sınıfına alınan Nu.D.38 adlı ilk yolcu uçağını üreten Demirağ’ın uçak fabrikası,sadece çelik yapı işleri üreten bir fabrika olarak hizmetini sürdürür.1950’lerde Demirağ’a ait uçak pisti,fabrika ve etüt merkezinin bulunduğu alan kısmen istimlak edilir.Üretilen uçakların bir kısmı Gök Okulu’nda pilot yetiştirmek üzere kullanılır.Demirağ diğer uçakları yurtdışında satmaya niyetlenir.O sırada İspanya iç savaşla boğuşmaktadır,Amerika ve Avrupa’yla ticari ilişkilerini durdurmuştur.Bu yüzden İspanyollar Demirağ’ın kapısını çalar.Demirağ hiç tereddüt etmez ve “Tamam” der.Fakat İsmet İnönü direnir,”Uçakları sattırmam”diye! 2000’e kadar Yeşilköy’deki hangarda çürümeye bırakılan uçakları,bir kuvvet komutanı Havacılık Müzesi’ne aldırmak üzere kolları sıvar.Fakat dört ay geç kalır:Uçaklar hurdacıya yollanmıştır.
Nuri Demirağ’ın çok dürüst olduğunu belirten Kum “Rüşvet vermek onun lugatında yoktu.Bazıları rüşvet alamadığı için önünü kesmiş olabilir”diyor.İkinci ihtimal ise ABD’nin baskısı !”Dış memleketlerden de büyük baskı gelmeye başladı.Bilhassa Amerika,1945’te harp bittikten sonra büyük bir pazar kaybetmişti.Elindeki fabrikaları kapatmak işine gelmediğinden pazar arayışına girmişti.Tabii Türkiye’de de.Türkler’in uçak yapmaması için baskılara ve yardımlara başladı.O zaman Türkiye,bugün olduğu gibi yardıma muhtaçtı.Amerika Marshall yardımı yapıyor,”Siz kapatın fabrikanızı.Nasılsa size ucuz uçak vereceğiz” diyordu.
Kum THK’nın 1940’larda Ankara,Etimesgut’ta dünyadaki diğer fabrikalarla boy ölçüşen fabrikasının da başına aynı akıbetin geldiğini anlatıyor.”Naziler’in zulmünden kaçan çok değerli Polonya hocaları vardı.Atatürk’ün Fransa’ya uçak mühendisi olmak üzere gönderdiği 20’den fazla öğrencisiyle İTÜ’den mezun olan arkadaşlarımız da orada çalışıyordu.Kadrosu çok iyi olan o fabrikayı da kapattılar.Teçhizatlar da hurdaya çıkarıldı.O zamana kadar Türkiye’de olmayan ve sırf bu iş için devletin kurduğu hurdacılık anonim şirketi malzemeyi alıyor,bu şirkette kullanıyordu.”
Kum’a göre bu fabrikalar kapanmasaydı, bugün belki de Türk Hava Yolları’nın kullandığı tipte yolcu uçakları üretiyor olacaktık.O zamanlar uçaklar için dış ülkelere ödenen paraların bir kısmı Türkiye’de kalsaydı,uçak sanayimiz gelişebilirdi diye hayıflanan Kum “Fakat yinede iş büsbütün kalmış değil.TAI (Türk Havacılık ve Uzay Sanayi A.Ş.) ve TUSAŞ Motor Sanayi A.Ş. başarılı bir şekilde devam ediyor.Umarım bunların başına bir şey gelmez diyor.
Demirağ yalnız uçak sanayinde değil,birçok alana el atan bir girişimci.Sigara kullanmadığı halde sigara kağıdını yabancıların tekelinden kurtarmak için ilk Türk sigara kağıdını üretti.Samsun’dan Erzurum’a uzanan 1012 kilometrelik demiryolu ağının müteahhidi de o.Daha önce hep yabancı ülkeler tarafından inşa edilen demiryollarına ilk kez bir Türk’ün imza atması nedeniyle Atatürk Nuri Bey’e Demirağ soyadını verdi.Boğaz Köprüsü’nü,1931’de ilk olarak projelendiren de Demirağ.Üstelik bugün bile sahip olmadığımız ve demiryolu da bulunan bir köprü projesi bu.1980’den sonra Türkiye’de uygulanan yap-işlet-devret modelini Demirağ o zaman köprü için uygulamak istemiş.Proje Atatürk tarafından beğenilse de dönemin hükümeti tarafından “Kentin güzelliğini bozar”gerekçesiyle reddedilmiş.
Demirağ’ın önemli girişimlerinden biri de,kendi deyişiyle “iktisadi ve sanayi kalkınma davasını” siyasi platforma taşıması ve 1945 yılında Türkiye’nin ilk muhalefet partisi Milli Kalkınma Partisi’ni (MKP) kurması.Partisinin ana hatlarını belirlerken milli kalkınmanın tek yolunun liberalizmde olduğunu, Kara Kuvvetleri’nin küçülmesi gerektiğini ve mecburi askerliğin kaldırılarak motorize tekniğin bünyesine uygun profesyonel bir orduya geçilmesi gerektiğini vurgulasa da 1946’daki seçimde başarılı olamaz.Demokrat Parti’nin kurulmasıyla ikinci planda kalan Demirağ,MKP’nin basın tarafından engellendiğini düşünür.Çünkü o dönemde basın, halka açık kuzu ziyafetleri veren Demirağ’ın partisinden “kuzu partisi” diye bahsediyordu.Parti,Demirağ’ın 1957’deki vefatından bir yıl sonra kapatılır.
Aktüel dergisi 2009 mayıs sayısından yazdım..
Bilgi
Nu.D.38 tipi yolcu ucağı, Türk mühendis ve işçilerinin ortaya çıkardıkları Türk tipi bir uçaktır. 6 kişilik yolcu ucağının çift pilot kumandası bulunmaktadır. Saatte 325 kilometre hız yapabilmekte ve 1000 KM uçabilmektedir.
Nuri Demirağ Yeşilköy'de Şimdiki Atatürk Hava limanı olan yerde havaalanı yaptırdı. İlk Paraşüt imalatını da Nuri Bey bu tesisler de yaptı. THK na 65 adet Planör, 10 adet eğitim uçağı yapıp teslim etti. Kendi geliştirdiği NUD- 36 modelinden 24 adet imal etti. Almanlar ile NUD-38 modeli uçak geliştirdi.
İmal edile uçakların şartnameye aykırı olduğu iddiası ile uçaklar reddedildi. Mahkeme bilirkişisi Nuri beyi haklı bulmasına rağmen davayı kaybetti. İkinci dünya savaşında uçak yedek parçası üretimi yapan tesis üretimi durdurdu. İspanya, Irak ve İran'dan gelen Uçak taleplerine hükümet engel oldu. Gök okulları kapatıldı. Havaalanı istimlak edildi. Elde kalan uçaklar ise devredilmeyip hurdacıya satıldı.!!
9 Temmuz 2010 Cuma
Necati Doğru Vatan Gazetesi’nden neden istifa etti.?
Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairim. (Kimseden Ümmid-i) dizesi vecize olmuş, Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,(Han-ı Yağma )dizelerinden hatırlayabildiğimiz Tevfik Fikret in bu sözleri slogan düzeyinde kalmış bir memlekette
doğru söyleyeni her yerden kovarlar.. bu memleketin ruhuna işlemiş hakiki bi söz..Zaten o dönemde halk Fikretten nefret ediyordu..
sonucunda yolsuzlukta 1. matematikte oecd ülkeleri arasında sondan 2. gelebilen teknoloji ve ahlak üretemeyen bir ülkeyiz..
hortumlama cukkalama oferleme . maşallah bu bereketle rantlanan topraklarda hırsızlar için güzel kavramlar üretti.
f16 uçaklarına yazılım yaratan değerli mühendisler kovulmuş şirketleri satılmıştı netaş........>alcatel olmuştu..
tekel devletten 1 e alınıp 1 sene içinde yabancılara 3 e Batılmıştı..
bunları yazdı da noldu? moralimizi bozmakla kaldı ..
"istifa ederek birilerini sevindirmem "kalıbına sığınan bi sürü sorumsuza kötü örnek oldu.
emin çölaşanla sözcü gazetesinde yazacak bundan sonra Necati Doğru..
tezgahtarlar görevini yapıyor.. sağolsunlar..
Necati Doğru'nun istifasına neden olan “İstanbul'da kaç Aytaç Durak bulunuyor?” başlıklı yazısı...
“Bizim Adana'nın kısmetsizliğine(!) bak, bak bak otur ağla. Annem Adana'dan telefon etti; "oğlum Adana'dan, Adana'nın yerlisi olarak bugüne kadar zengin olmuş bir kişi bile çıkmadı" dedi.
Annemi tanımaz mıyım!
Ne demek istediğini anladım. Gerçekten Adana'nın ekonomi tarihi yeniden yazılsa yazarın varacağı sonuç şu olacaktır: Adana'dan zengin olmuş bir yerli Adana'lı bugüne kadar çıkmadı. Kayseri'den, Niğde'den veya Balkan göçü sonrasında Bosna'dan yırtık yorganla gelenler pamuk ağası, çiftlik ağası, tekstil fabrikası ağası oldular. Çukurovanın insanın ciğerinin içine kadar işleyen sarı sıcağında pamuk üretiminde verimi dönüm başına 650 kiloya kadar çıkartma beceresini gösterebilen yerli Adanalıdan (Yörük olsun, Türkmen olsun, Ermeni olsun ya da Arap ve Kürt olsun) bir tek zengin çıkmadı.
Aytaç Durak çıkacaktı (!)
Gör başına neler geldi (!)
Herkes merakla bana "Aytaç Durak iktidar partisinden belediye başkanı olsaydı, Adana olayı bu noktaya kadar gitmeden kapanmaz mıydı?" diye soruyor. Ben de "temiz siyaset-temiz vatandaş-temiz toplum" idealine vidalanmış yazılar yazan biri olarak onlara "İstanbul'da Çelik Sır Kasa" hikayesini anlatıyorum.
xxx
Bu hikaye gerçektir.
Kişi ve olaylar sahidir.
Kasa, gazetelere manşet oldu, TV'lerde "içindeki para ne kadardı?" diye yayın konusu, Cumhurbaşkanı'na, Başbakan'a, İstanbul Belediye Başkanı'na, Meclis'te milletvekiline ihbar konusu oldu.
Cerahat kokan bir kasaydı.
Unutuldu gitti.
Olayı size şöyle anlatayım:
İktidar partisi AKP'nin adayı olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanılığına ikinci kez seçilen yüksek mimar Kadir Topbaş'ın, imar danışmanlığını yapmış Fethi Turgut, ailesini de alıp tatile gitmişti.
Evde sadece genç oğlu vardı.
Arkadaşlarına; "Babam her akşam eve torbalar dolusu paralarla geliyor, paraları çelik kasalara dolduruyor" diye anlatıyordu. Bu anlatım mahallede 12 kişilik bir "soyguncu çetesinin örgütlenmesini" tetiklemişti.
12 kişi plan yaptılar.
Belediye Başkanı'nın imar danışmanı Fethi Turgut'un genç ve biraz da saf oğluna, dümenden bir kız arkadaş ayarladılar. Kız evde oğlanın birasına uyku ilacı kattı, oğlan uyuyunca çete eve girdi.
xxx
Gerçekten 3 kasa vardı.
İkisi çok büyüktü.
Yerinden oynamıyordu.
Çok sağlamdı açılamıyordu.
Üçüncü kasa taşınabilirdi.
Hırsızlar taşınabilir kasayı aldılar, Kartalda bir eve götürdüler. Uğraştılar açamadılar. Maltepeden bir çilingir buldular. Kasayı açtırdılar. İçinden 950 bin Amerikan Doları, 280 bin Avro, 200 bin Türk Lirası ve 2 kilo altın çıktı. Bu çetenin yaptığından haberli olan Ahmet Tamer adlı birisine "soygundan pay" vermedikleri için o da kızdı, olayı bir ihbar mektubu ile Başbakan Tayip Erdoğan'a, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, Belediye Başkanı Kadir Topbaş'a bildirdi. Onlardan ses çıkmayınca Meclis'e CHP milletvekili Çetin Soysal'a yazdı. Konu basına yansıdı. 12 hırsız yakalandı, hapse kondu (Bak Öge Demirkıran'ın 1 şubat 2009 tarıhli VATAN'da yayınlanan haberi ve ocak-şubat aylarında Cumuhuriyet, Milliyet, Hürriyet gazeteelrinde çıkan "gizli kasa"haberleri)
Hırsızlar hapse kondu.
Tahmin edin!
Kasanın sahibine ne oldu?
Kasanın sahibi iktidar partisinden İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın imar danışmanı Fethi Turgut'a ne Cumhurbaşkanı, ne Başbakan, ne Belediye Başkanı, ne savcı hiç kimse "arkadaş sen bu kadar parayı nereden buldun, bu üç kasa evinde ne diye duruyor?" diye sormadı. Fethi Turgut, "çalınan kasamdaki para sadece 200 bin dolardı" diye açıklama yaptı olay kapandı. Hırsızlar hala hapiste yatıyor. Fethi Turgut da hala belediye şirketlerinin birinde bir makam sahibi olarak çalışıyor.
Aytaç Durak'ı soruyorlar.
Çelik sır kasayı anlatıyorum.
Bu sefer ben soruyorum: İstanbul'da kaç Aytaç Durak bulunuyordur?
Necati Doğru’nun açıklamaları:
“Benim dünkü yazım gazetenin beş günden beri sürdürmekte olduğu Adana Belediye Başkanının servetini açıklayamaması ile ilgili bir takım iddiaların sergilenmesinin devamı olan bir yazıydı. Bu yazının başlığını “İstanbul’da kaç Aytaç Durak bulunuyor” diye koydum. Bu son derece masum bir yazıydı ve sadece muhalefet partisinin belediye başkanlarının yolsuzluklarını, hırsızlıklarını yazmak değil, iktidar partisinin belediye başkanlarının da, eğer varsa bir deposu, bir yanlışı onları da yazmak… Gazetecilik bunu gerektirir diye düşündüm bu yazımı yazdım.
Her zamanki gibi evime gittim. Saat dokuzda beni aradılar ve bu yazının girmeyeceğini ve yedek yazı yazmamı istediler. Ben de “hayır” dedim. Şimdi bu yazım yayınlanmadığı için de istifa ediyorum.
Şunu düşünüyorum. Belki de iktidar partisi tarafından gazetenin üzerine büyük bir baskı geliyor. Ve yazı işleri yönetiminin başındaki arkadaşımız bunu taşıyamıyor olabilir. Dolayısıyla bir yandan da benim yazılarım gazeteye zarar veriyor diye düşündüm. İktidar partisinin hoşuna gidecek yazılar zaten yazamam ama onları yazmayıp susarak da duramam. O zaman muhalefeti de yazamamak gerekiyor.
Benim kalemim de 30 yıldan beri temiz toplum, temiz vatandaş, temiz siyaset arayışında olan bir kalemdir. Bu dönemde buna katlanamazdım onun için ayrıldım.
Bundan sonra benim yazılarımı kaldıracak bir gazete arayacağım. İktidar partisine yandaş gazetelerde yazamam. Zaten onlar da yazdırmazlar. Yazabilseydim zaten Vatan’da yazmaya çalışırdım. Çünkü Vatan iyi bir gazete, beğendiğim bir gazete. Orada çok sayıda arkadaşım, dostum var.
Vatan bile beni taşıyamadığına göre hiçbir gazetede yazamam. Bunun dışında kalanlar eğer benim kalemimi taşıyabileceklerse, beni davet ederlerse oralarda yazacağım. Yoksa yazının diğer alanlarında yeniden başlayacağım. Araştırma kitapları, roman, öykü yazma gibi dallarda yazacağım.”
Zafer Mutlu’nun açıklamaları:
“"Olayı 10 dakika önce sizin site haber yapınca öğrendim. Necati Doğru'ya bir sansür aklımızın köşesinden bile geçmez.
Arkadaşlardan şimdi öğrendiğime göre olay şöyle oluyor; Necati Doğru'nun makalesinde isim yer aldığı için, 'dava konusu olmasın' diye bizim yazıişleri Necati Doğru'yu 'isimle ilgili bir düzeltme yapabilir miyiz' diye telefonla arıyor. Arayan arkadaşımız Atilla Güner. Necati Doğru sinemada olduğu için yazıyı düzeltecek zamanı olmadığını söylüyor ve arkasından da 'isterseniz çıkarın' diyor. Yazı çıkarılıyor.
Bunlardan benim haberim yok.
Necati Doğru'nun sansürlenmesi söz konusu değildir. Elinizi vicdanınıza koyunuz; Necati Doğru'nun bugüne kadar yazdığı en sert yazı bu mu? Bu yazının sansürlenecek neyi var? Sadece bizim yazıişleri dava açılmaması için teknik istekleri olmuş o kadar. Yazının çıkarılmasının istenmesi söz konusu değil. Telefonda bir yanlış anlama olabilir. Bunları düzeltiriz.
Biz Necati Doğru'yu hiçbir yere bırakmayız. Vatan'da her zaman olduğu gibi özgürce yazılarına devam edecektir, etmelidir.”
peki neden şimdi Necati Doğru Sözcü de..
Mustafa Kemal Atatürk, Tokat'ta bir yurttaşın derdini dinlerken ( 21 Kasım 1930)
1919 (Atatürk'ün S.D. III, s. 10)
fotoğrafta bana çok hüzünlü geldi Mustafa Kemal.hüzün bazen yakışmıyor nsanlara..
Efkarlandım..sonra merakım beni dürttü..
tarihin 1930 olması 29 dünya ekonomik
buhranını ve serbest fırkayı hatırlattı..
ve bu fotoğrafın ardında yatan gerçekleri araştırdım..
.
Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa
Kemal Atatürk’ün Tokat’a son gezisi, 21
Kasım l930’da gerçekleşti. Kayseri’den
başlayan ve Trabzon’a kadar sürecek olan
bu yurt gezisinin amacını yine bu geziye
katılan Ahmet Hamdi Başar şu şekilde
açıklamakta:
“Atatürk’ün geniş ölçüde yapacağı bu
seyahatin hususi bir hedefi vardı: Serbest
Fırka hadisesi memlekette idareden memnun
olmayanların çokluğunu ortaya koymuştu.
Her taraftan şikayetler yükselmekteydi.
Bunların hepsini hocalar, mürteciler ve saire
yapıyor denemezdi. Çünkü her şikayet
madde gösterilerek yapılıyordu... İşte 1930
senesi İkinciteşrin(Kasım) ayının 11 inci
pazartesi akşamı Ankara istasyonundan
Kayseri’ye doğru mütahassıs bir heyetle
beraber, hareket eden Atatürk, işlerin iyi
gitmediğini ve müdahale lazım geldiğini
ancak yakın zamanda anlamış olarak
seyahate çıkıyordu”
Mustafa Kemal Atatürk’ün bu geziyle ilgili
hazırlanan notları incelendiğinde, Tokat’ın iki
önemli konuyla gündeme geldiğini
görmekteyiz. Bunlardan birincisi, tütün
üreticisinin şikayetleriyle ilgilidir
Ellerinde fazla miktarda eskimiş ve yıpranmış
tütün bulunan köylüler, bu tütünlerin inhisar
idaresi tarafından satın alınması konusunda
başvuruda bulunmuşlardır. Konuyla yakından
ilgilenen Atatürk, söz konusu tütünlerin 1927
ve 1928 yıllarına ait tütünler olduğunu ve
ekonomik açıdan bir değer ifade etmediğini
anladıktan sonra köylülerin bu isteklerini
kabul etmemiştir.
Tokat’la ilgili diğer önemli bir konu ise, gerek
burada gerekse bölgede görülen fare
tahribatının ekinler üzerinde yol açtığı
zarardır . Karadeniz Bölgesi’nde olduğu gibi
Tokat ve özellikle Kazova’da fare tahribatı
nedeniyle ekinler büyük zarar görmüş, tarla
sahipleri ekonomik yönden büyük büyük
sıkıntılarla karşı karşıya kalmışlardır. Resmi
makamlardan istenmesine rağmen henüz
herhangi bir kimyasal ilaç alamadıklarını
söyleyen köylüler, yeni yılda ekecek
tohumlarının dahi bulunmadığından şikayet
etmişlerdir. Konuyu yakından inceleyen
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk,
gerekli incelemeler yapıldıktan sonra zarar
görenlere gerekli tohumun ve ilaçların
gönderilmesi, Ziraat Bankası borçlarının ise
yarısının ertelenmesi konusunu Hükümete
bildirmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk tarafından 22 Kasım
1930 tarihinde Samsun’da yazılan ve
Başvekil İsmet Paşa’ya hitaben yazılan
konuyla ilgili telgrafa verilen 23 Kasım 1930
tarihli yanıt aşağıdaki şekildedir:
“Başvekâletten mevrut Ankara 23/XI/931
tarihli telgraf suretidir
1- Havzadaki arazi vergisi için Samsun
defterdarlığına Maliyeden emir verilmiştir.
2- Tohumluk Ziraat Bankası nezdinde takib
ediliyor. Mahalli sandıklara merkezden para
gönderilecektir.
3- Traktörlerin değiştirilmesine kadar geçen
seneden tenzilat yapılmaksızın muafiyetli gaz
verilmekte devam olunacaktır. İktisat
vekaletinin bu mealde tebligat yapacağı
maruzdur.
Başvekil
İsmet “111
Baylar, sırası gelmişken saygıdeğer ulusuma şunu öğütlerim ki; bağrında yetiştirerek başının üstüne dek çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten, hiçbir zaman geri kalmasın! |
yabancı kapitülasyonculara muhtaç kalmayalım, ingilizlerle 1838 d yapılan ticaret antlaşmasıyla dibi gören osmanlı halkının trajedisini tekrar yaşamayalım diye kurulan KİT leri, üretim kaynaklarımızı verimsizliğe iten sonra satılmasını seyreden hepimiz bu gerçekliğe samimiyetle bakıp düşünelim..
finansın %80 i savunma sanayinin %80 i tüketim harcamalarımızı yutan marketlerin perakende sektörünün yüzde 70 i yabancıların...kobiler elektrik santralleri sırada..
m
ölüm yıldönümlerinde aynı şablonları
tekrarlamak reklam sömürülerine aldanmak..
vizyon fakiri olduğumuzdan,kolaycılığı hazır yanıtları tercih ettiğimizden bu
sembol kemalizmi bizi bu noktalara getirdi.
ve tanımak gerekiyor! yazdıklarımın
amacı da bu ve öğrenme sürecim çok canlı.
ATATURK'UN IZMIR IKTISAT KONGRESI ACILIS KONUŞMASI günümüz türkçesiyle
İzmir İktisat Kongresi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin “köklerini “ bilmede, dünü anlamada, bugünü kavramamda ve yarına bakmakta çok önemli ekonomik, toplumsal, siyasi ve hukuki bir belge olma sıfatını taşımaktadır.
Ancak, İzmir İktisat Kongresi, en azından “hukuki bakımdan” yeterince değerlendirilmemiştir .
Gerçekten, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi her yıl şenliklerle anılırken, üzerlerine bilimsel toplantılar yapılırken, her nedense eş değerde olan İzmir İktisat Kongresine hakkettiği önem verilmemiş , hatta kongrenin yapıldığı ev yıkılmış ve yerine düşünülmeden otopark yapılmıştır. Bu, İzmir İktisat Kongresine hiç veya yeterince değer verilmediğinin bir kanıtıdır. Fazla söze gerek yoktur. İşin vahametini anlamak için, Atatürk hakkındaki araştırmalarda İzmir İktisat Kongresine ne kadar yer verildiğine bakmanın yeterli olduğu kanaatindeyiz.
ZEKİ HAFIZOĞULLARI
Lozan Konferansı'na ara verildiği sırada, İzmir İktisat Kongresi 1135 delege ile 17 Şubat - 4 Mart 1923'art 1923'de toplandı
Efendiler; Aziz Türkiye’mizin iktisadi yükselmesini aramak ve bulmak gibi vatani, yaşamsal ve ulusal bir kutsal amaç için bugün burada toplanmiş olan sizlerin, muhterem halk temsilcilerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarim. Efendiler; Uzun gafletlerle ve derin vurdumduymazlik ile geçen yüzyillarin iktisadi bünyemizde açtiği yaralari tedavi etmek ve çarelerini aramak, ülkeyi bayindirliğa, ulusu refah ve mutluluğa ulaştirma yollarini bulmak için oluşacak çalişmanizin başariyla sonuçlanmasini temenni eylerim.
Arkadaşlar; Sizler doğrudan doğruya ulusumuzu temsil eden halk siniflarinin içinden ve onlar tarafindan seçilmiş olarak geliyorsunuz. Bu itibarla ülkemizin durumunu, gereksinimini, ulusumuzun elemlerini ve emellerini yakindan ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alinmasi gereğini açiklayacağiniz önlemler, halkin dilinden söylenmiş kabul olunur ve bunun için en büyük isabetler malik olur. Çünkü halkin sesi, hakkin sesidir.
Efendiler, Tarih, ulusumuzun yükselme ve gerileme nedenlerini ararken bir çok siyasi, askeri ve toplumsal nedenler bulmakta ve saymaktadir. Kuşku yok tüm bu nedenler toplumsal olaylarda etkilidirler. Bir ulusun doğrudan doğruya yaşamiyla ilgili olan , o ulusun iktisadiyatidir. Tarihin ve tecrübenin saptadiği bu gerçek bizim ulusal yaşamimizda tümüyle görünür. Gerçekten Türk tarihi incelenirse yükselme, gerileme araçlarinin iktisadi çalişmadan başka bir şey olmadiği derhal anlaşilir.
Efendiler; Tarihimizi dolduran zaferler, ya da dağilmalarin tümü iktisadi durumumuzla ilişkili ve ilgilidir. Yeni Türkiye’mizi layik olduğu sağlamlik derecesine ulaştirmak için, kesinlikle iktisadiyatimiza birinci derecede ve en çok önem vermek zorunluluğundayiz, zamanimiz tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir. Bir ulusun yaşamsal araçlarini, refah ve mutluluğunu teşkil eden iktisadiyatla uğraşamamasi nazar-i dikkati çekici bir keyfiyettir. itirafa zorunluyuz ki, iktisadiyatimiza gereği kadar önem verememiş bulunuyoruz. Bir ulusun yaşamsal araçlariyla uğraşmamasi ya da uğraşamamasi , o ulusun yaşadiği zaman ile o zaman saptayan tarih ile çok ilgilidir. Bunun araçlarini geçirdiğimiz zamanda , özellikle tarihimizde arayabiliriz. şimdiye dek gerçek anlamiyla ulusal bir devir yaşamadik, dolayisiyla ulusal bir tarihe sahip olamadik. Bu noktayi biraz izah edebilmiş olmak için hep birlikte Osmanli tarihini animsayalim:
Osmanli tarihinde tüm gayretler, tüm çalişma ulusun arzusu, dileği ve gerçek gereksinimi bakiş açisindan değil, şunun bunun dileğini , ihtiraslarini tatmin bakiş açisindan olmuştur. Sözgelimi, fatih istanbul’u zaptettikten sonra yani Selçuklu saltanatiyla Doğu Roma imparatorluğuna vardiktan sonra Bati Roma imparatorluğu’na da konmak istedi. Bunun için de tüm ulusu bu hedefe doğru sevketti. Sözgelimi, Yavuz Selim, Fatih’in açtiği bati cephesini tesbit ile birlikte Asya imparatorluğu’nu birleştirerek büyük bir islam birliği meydana getirmek istedi. Kanuni Süleyman, her iki cepheyi genişletmek, bütün Akdeniz’i bir Osmanli havzasi haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz kurma gibi şahane bir siyaset izlemek istedi ve tabii bunun için de asil etkeni, ulusu kullandi.
Arkadaşlar; Bütün bu işler ve hareket incelenirse, görülür ki , bu kudretli ve azametli padişahlar, diş siyasetlerini; emelleri, arzulari ve ihtiraslarina dayamişlar ve teşkilat ve iç siyasetlerini, bu yeni doğmuş tutku olan diş siyasetlerine göre, düzenleme zorunluluğunda kalmiştir. Halbuki iç örgütlenmenin, iç siyasetin genişliği ve dayanma derecesinde bir diş siyaset izlemek mecburiyeti vardir. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktir.
Gerçekten Osmanli hakanlari asil olan bu noktayi unuttular. Bütün iş ve harekatlarini hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. “ iç Örgütlenmeyi” diş siyasete uydurmak zorunluluğu oluşunca, zaptettikleri yerlerdeki öğeleri, olduğu gibi koruma zorunluluğunda kaldiktan başka onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler. Diğer taraftan asil etkeni, uzun seferlerde, fetih alanlarinda dolaştirttilar ve bu suretle kendi kendini tahrib etmiş oluyordu. Bu itibarla ulus, yani asil etken kendi evinde, kendi yurdunda yaşamsal araçlarini üretmek için çalişmaktan yoksun bir durumda bulunuyordu. Bu hükümdarlar, ulusu böyle diyar diyar dolaştirmakla yetinmiyorlar; belki fetihler dairesi içine giren halki memnun etmek, yabancilari memnun etmek için, asil etkenin hukukundan iktisadi kaynaklarindan bir çok şeyleri (hediye) olarak onlara bahşediyorlardi. Sözgelimi Fatih zamaninda Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabildendir. Nitekim bu imtiyazlarla açilan yol bilahare kendisinden sonra genişlemiş bulunuyordu. Ve bu imtiyazlar, devletin en güçlü zamaninda oluyordu ve bunlar tam padişah bağişi olmak üzere oluyordu. Kanuni zamaninda Venediklilerle bir ticaret antlaşmasi yapilmak istenmişti. Padişah bunu onuruna uygun buldu. Zira ona göre antlaşma, eşit devletler arasinda yapilabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bağimli durumunda idiler. Öyle olmakla birlikte ona izin verildi. işte bu izin sözcüğü daha sonra ( kapitülasyon) sözcüğü ile çevrilmişti. Bu, teslimiyet sunuşuna mecbur olanlar ve bir kale içinde mahsur olanlar arasinda kullanilan bir sözcüktür. Ulus, eviyle ve yaşam araçlariyla uğraşmaktan yasakli olarak diyar diyar dolaştiriliyorken bu diyarlar halki bir çok imtiyazlara sahip olarak çalişiyor, yani fatihler asil etkeni peşine takarak kiliçla fetihler yaparken, zapt olunan ülke halki kazandiklari imtiyazlarla, özerkliklerle sapanlarina yapişiyorlar ve toprak üzerinde çalişiyorlardi. Fakat efendiler acelece fetihler yapanlar, sapanla fethedenlere sonuç olarak mevkilerini terk etmeğe mahkumdur. (alkişlar) Bu bir gerçektir ki , tarihin her devrinde aynen olmuştur. Sözgelimi Fransizlar Kanada’da kiliç sallarken oraya ingiliz çiftçisi girmiştir. Bir süre kiliçla sapan diğeriyle mücadele etti. Ve sonunda sapan galip gelerek ingilizler Kanada’ya sahip oldu. (alkişlar). Efendiler; kiliç kullanan kol yorulur, fakat sapan kullanan kol her daha çok kuvvetlenir ve her gün toprağa daha çok sahip olur. (alkişlar)
Efendiler; Osmanli fatihleri, hakanlari, yayilmacilari asil etken ile birlikte sapanin önünde mağlup olup, geri çekilmeye başladiktan sonra asil felaketlerin büyüğü başladi. Padişah bağişi olarak yabancilara bahşedilmiş olan ve ülke içindeki Müslüman olmayanlara verilen her şey kazanilmiş haklar kabul edildi. Fakat yabancilar bununla yetinmediler,her gün bunun genişletilmesi için çare aradilar ve buldular. iç öğeler, korumaya gücü olduklari imtiyazlara dayanarak ve dişarinin tertibat ve korumasina siğinarak siyasi bir varlik elde etmek için çalişmaktan geri durmadilar. Yabancilar bir taraftan içteki öğeleri özendirme, diğer taraftan müdahale ile devlet ve ulus aleyhine yeni imtiyazlar aliyorlardi. Bu sürekli baski altinda zaten yoksul düşmüş olan anayurdu ve asil öğe, devlete verebilecek parayi güç sağlayabiliyorlardi. Fakat, padişahlar , saraylar bab-i aliler debdebeyi sürdürme için paraya muhtaçtilar. Bunun için, bunu sağlama çarelerine başvurmuştur. O çareler de diş borçlanma anlaşmasi oluyordu. Fakat borçlanma koşullarini o denli kötü yapiyorlardi ki, bazilarini ödemek mümkün olmamağa başladi. Ve sonunda bir gün devletler Osmanli Devleti’nin iflasina karar verdiler ve düyun-u umumiye (genel borçlar) belasini başimiza çöktürdüler.
Efendiler; Ulusun düştüğü bu hazin durum ve sefaletin nedenini arayacak olursak, doğrudan doğruya devlet kavraminda buluruz. Biliyorsunuz ki, Osmanli Devleti kişisel saltanat ve en son beş on yil içinde de meşruti saltanat esasina dayanan hükümet yönetiyordu. Kişisel saltanatta her hususta yalniz padişahlarin arzu, emel ve iradeleri egemendir. Uluslarin arzu, emel, irade ve gereksinimleri söz konusu olmaktan uzaktir. Ulus, dilek ve iradesinden soyunmuştur. Padişahlar kendilerini Allah tarafindan gönderilmiş bir kutsal şahsiyet farz ederler. Çevrelerini alan çikarcilardan, padişahin zihniyet ve arzusunu bir tanrisal gerek bir kuran gereği gibi herkese telkin ederler. Bu telkinler karşisinda bir gün tüm halk , bu arzu ve iradelerin yargisiz tanrisal irade olduğuna kani olur. Bundan soyunmuşluğa riza gösteren bir ulusun akibeti felaket, musibettir.
Arkadaşlar; Son nitelediğim noktada artik Osmanli devleti gerçekte ve eylemsel bağimsizliktan toksun bir duruma getirilmişti. Bir devlet ki, uyruklularina koyduğu vergiyi yabancilara koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için gümrük vergisi işlemi vesaire düzenleme hakkindan yasaklanmiştir, bir devlet ki yabancilar üzerinde yargi hakkini uygulamaktan yoksundur, o devlete bağimsiz denilemez. Devletin ve ulusun yaşamina yapilan müdahaleler bundan daha fazladir. Ulusun ekonomik gereksiniminden olan sözgelimi şimendifer (tren yolu) inşasi, sözgelimi fabrika yapmak için devlet serbest değildi! Böyle bir şeye teşebbüs olunursa hemen müdahale olurdu. Yaşamini sağlamaktan aciz olan bir devlet bağimsiz olabilir mi ş Osmanli ülkesi yabancilarin sömürgesinden başka bir şey değildi. Osmanli halki, Türk ulusu tutsak durumuna getirilmişti. Bu sonuç, sunduğum gibi ulusun kendi irade ve egemenliğine sahip olamamasindan, şunun bunun elinde kullanilmasindan ileri gelmişti. O halde diyebiliriz ki, ulusal bir devir yaşamiyorduk. Ulusal tarihe sahip bulunmuyorduk. Osmanli tarihi padişahlarin, hakanlarin, zümrelerin destanlari içeriğindeydi. Mazinin tarih diye uzattiği kitabin içeriği bundan ibarettir. Arkadaşlar; Ulusun egemenliğine sahip olamamasi yüzünden içine girdiğimiz genel savaşta değerli çocuklarinizdan oluşan kahraman ordularimizin Galiçya, Romanya, Makedonya, Kafkas şahikalari, Tur-i Sina çöllerinde düştüğü zahmetleri animsatacak kadar çok zaman geçmedi ve en sonunda bu genel savaşin uğursuz sonucu da bilinir. Özellikle Mondros Ateşkesiyle açilan devrin görünümünü bir an düşünmek isteyecek olursaniz baştan aşaği kadar bir dağilma görünümünden başka bir şey olmadiğini anlarsiniz. Devletler her türlü insanlik hukukundan soyunmuş, ülkemizin en değerli ve en verimli yerlerini çiğnediler. izmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Trakya, istanbul vesaire gibi en aziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanlarin bu hareket tarzindan daha üzücü bir nokta varsa, o da bu ülkenin yüzyillarca başinda bulunan insanlarin da düşman saflarina geçmiş bulunmasidir. (kahrolsun sesleri)
Arkadaşlar; Biliyorsunuz ki, iç düşmanlar, diş düşmanlarin yapmağa muktedir olamayacaği kötü ve feci işler ve kötü harekette tereddüt göstermemişlerdir. Diş düşman güçleri, saydiğim aziz yurt topraklarinda bulunurken, padişahin iradeleri ve yayinladiği fetvalariyla ve hilafet ordulariyla bu masum ulus şurada burada küçük görülüyor ve kandiriliyordu. Ve kendi varliğina karşi , farkina varmayarak , silah kullaniyordu ve sonunda hep bildiğimiz yönüyle Osmanli Devleti tamamen bitti. Fakat düşmanlarimiz ayni zamanda Osmanli Devletiyle birlikte Türk Ulusunun da mahvolduğunu zannetti. işte bunda çok aldaniyordu. Osmanli Devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk Ulusu mahvolamazdi ve mahvolmamişti. (şiddetli alkişlar) Özellikle hayatina vurulan bu darbelerden diş ve iç düşmanlarin aci darbelerinden birdenbire tüm uyanmalarini, tüm uyanikliğini takindi, yaşamini, şerefini kurtarmak için büyük onurla başini kaldirdi. Ve birleşerek ve dayanişarak ortaya atildi. (şiddetli alkişlar) işte ulusumuz o dakikadan itibaren ulusal bir devre girdi; bir halk devresinin ilkesini kurdu. Ulus bu ilkeden işe başladiği gün, kendisine hedef olan yollarin ne denli yoğun karanlik içinde bulunduğunu animsariz. Bu durum ulusu karamsarliğa düşürmedi. Büyük azim ile hedefine adimlarini atti.
Efendiler; Ulusumuz gerçek ve kesin kurtuluşa mazhar olabilmek için iki ilkeye dayanmanin koşul olduğunu anladi. Onlardan birincisi: Misak-i Milli’nin ifade ettiği ruh ve anlam. ikincisi; Anayasamizin saptadiği değişmesi mümkün olmayan gerçeklik. Misak-i Milli , ulusun tam bağimsizliğini sağlayan ve bunun için iktisadiyatinda gelişmesine engel olan tüm nedenleri bir daha geri dönmemek üzere kaldiran bir genel kuraldir. Anayasa Osmanli imparatorluğu’nun, devletinin tarihe dönmüş olduğunu anlayan, onun yerine yeni Türkiye Devleti’nin geçtiğini ilan eden bir yasadir. Bu devletin yaşaminda kayitsiz koşulsuz egemenliğin ulusun sorumluluğunda kalacağini ifade eden yasadir. Bu yasa, egemenliğin ulusun sorumluluğunda kalabilmesi için halkin bizzat kendini yönetmesini koşul kilan bir yasadir. Artik Türkiye halki için biricik temsilci yasal ve yürütme yetkisine haiz olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidir diyen bir yasadir. Bab-i Ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan bir yasadir. Efendiler; Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin aldiği yönüyle tam bağimsizlik, ulusal egemenlik ilkelerine dayanan ulusu zengin, ülkeyi bayindir etmekten ibarettir. (Alkişlar) Efendiler; Bu ilke gereği tüm dünya bilmelidir ki, artik Türkiye halki;egemenliğini hiçbir kişi ve makama veremez. Egemenlik demek onur demek, haysiyet demektir. Bu ulusun bu uygarlik ve insanlik ölçülerini silmesini talep etmek onu insanliktan çikarmak demektir.
Efendiler; Ulusumuz bu iki esasa dayanir. Çalişmağa başladiği günden bugüne dek geçen zaman çok değil, üç buçuk, dört yildan ibarettir, fakat ulusumuzun kazandiği başari ve üstünlük bu yillara siğmayacak denli çoktur, taşkindir, yüksektir ve kuvvetlidir. (Sürekli Alkişlar) Gerçekten padişah buyruklari; Hilafet ordulari ve özendirme ile olan başkaldirilarin tümü bastirilmiştir ve tüfeksiz, topsuz, parasiz bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanin en kudretli en büyük ordusunu oluşturmaya gücü yetmiştir. (Alkişlar) Orada daha oluşum durumundayken birinci ikinci inönü Sakarya utkularini elde etmiş (alkişlar) ve dünyayi hayretlerde birakan en son üstünlüğü de büyük güçle ve hizla elde ederek düşman ordularini bire kadar mahvetmiştir. ( Pek sürekli ve pek şiddetli alkişlar yaşa, var ol sesleri) Tam bağimsizlik için şu genel kural var: Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlik ile sağlamlaştirilmalidir. Bu denli büyük gayeler, bu benli kutsal, büyük hedefler kağit üzerindeki genel kurallarla , arzu ve hirslarla husul bulmaz. Bunlarin tam gerçekleşmesini sağlamak için biricik güç, en güçlü temel iktisadiyattir. Siyasi ve askeri üstünlükler ne denli büyük olursa olsun,iktisadi zaferle taçlandirilmazsa sonunda, sonuç paydar olamaz. En güçlü ve parlak zaferimizi de taçlandiran bayindir sonuçlari sağlamak için iktisadi egemenliğimizin sağlanmasi ve sağlamlaştirilmasi gereklidir. Bu denli verimli, bu denli güçlü olan yeni hükümetimizin düşmansiz kalacağini farzetmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak yikmaya çalişacak ve suikasde girişecekler bulunacaktir. Tüm bunlara karşi silahimiz, iktisadiyatimizdaki güç v; dayaniklilik ve başarimiz olacaktir.
Efendiler; Dahil olduğumuz halk devrinin, ulusal devrin ulusal tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktir.(Alkişlar)Bence halk devri, iktisat devri kavramiyla ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki, ülkemiz bayindir,ulusumuz gönençli ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi animsayiniz o da: Kanaat tükenmez bir hazinedir. Bu felsefeyi yanliş yorumlama yüzünden bu ulusa büyük kötülük edilmiştir. Allah yarattiği nimet ve güzellikleri insanlarin yararlanmasi için yaratmiştir. Allah zeka ve akli insanlara bunun için verdi. Eğer yurt kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydi onun zindandan farki olmazdi. Felsefenin sahipleri ülkeyi zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamişti. Bu yurt çocuklarimiz ve torunlarimiz için cennet yapilmaya layiktir. Bu iktisadi etkinlik ile olanaklidir. Öyle bir iktisat devri ki, artik ulusumuz insanca yaşamasini bilsin ve o araçlari bilerek ona göre gereken önlemlere başvursun. Arzumuz şudur: Bu ülkenin bireyleri ellerinde örnekleriyle,tarim, ticaret,sanat, çalişma ve sapanin temsilcisi olsun. Artik bu ülke yoksul, ulus değersiz değil, belki ülkemiz zenginler ülkesidir. Bu yeni Türkiye’nin adina, çalişkanlar diyari denir. (Alkişlar) işte ulus böyle bir devir içinde bulunuyor, bu böyle bir iyi devir olacak ve tarihini yazacaktir. Bu tarihte en büyük makam çalişkanlara ait olacaktir. (alkişlar)
Efendiler; Türkiye iktisat Kongresi tarihte ilk kez yüksek mevkiye erişecek bir kongredir. Ve sizler bu ülkenin gereksinimini, ulusun gereksinimini ulusun yeteneğini ve bunun karşisinda dünyada var olan çok güçlü iktisat örgütünü göz önüne alarak, alinmasi gereken önlemleri büyük açiklik ile görüşmeli ve saptamalisiniz. O önlemler uygulandikça ülkemiz nurlara, feyizlere batmiş olsuz. Arkadaşlar; Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetiniz tabii ulusun dileği dairesinde ilerleme ve yeniliğe tamamen taraftardir. Bunun için mülk ve ulusa yararli kabul edeceğiniz önlemi memnuniyetle göz önüne alacaktir. Efendiler; iktisadiyat sahasinda düşünür ve konuşurken sanilmasin ki, yabanci sermayesine düşmaniz; hayir bizim ülkemiz mirasi korur. Çok çalişma ve sermayeye gereksinimimiz var. Yasalarimiza uyma koşuluyla yabanci sermayelerine gereken güvenceyi vermeğe her zaman haziriz. Yabanci sermayesi bizim çalişmamiza katilsin ve bizim ile onlar için yararli sonuçlar versin. Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabanci sermayesi müstesna bir mevkiye sahipti, devlet ve hükümet yabanci sermayesinin jandarmaliğindan başka bir şey yapmamiştir. Her yeni ulus gibi Türkiye bunu uygun göremez. Burasini tutsak ülkesi yaptirmayiz. (Alkişlar)
Arkadaşlar; Son söz olarak demiştim ki: Ülkemizi artik tutsak ülkesi yaptiramayiz, Dikkatinizi çekmiş olan Konferansin son görüşmeleri bu nokta ile ilgilidir. Lozan Konferansinin ertelenmesi ayni sorun ve noktadan ileri gelir. Ordularimiz en büyük bir zaferi elde etmişler ve yengi yürüyüşünü durduracak hiçbir engel mevcut değildi. Böyle bir zamanda itilaf Devletleri doğal hukukumuzu ve yasalliğimizi görüşme ile halledeceklerini söylediler ve bizi konferansa çağirdilar. Ulus, Meclis ve Hükümetimiz içten olarak bariş taraftari bulunduğu için üstün ordularimizi durdurarak, delege kurulumuzu Lozan’a gönderdik. Aylardan beri görüşmeler, tartişmalar sürdü. Muhataplarimiz hukukumuzu tasdik etmiş olmadi. Konferanstaki muhataplarimiz bizimle üç dört yillik değil, üç yüz ve dört yüz yillik hesaplari görüyorlar ve hala muhataplarimiz Osmanli Devleti’nin tarihe kariştiğini ve bugün yeni Türkiye’nin varliğini, bunu kuran ulusun çok azimkar, imanli ve yiğit olduğunu, tam bağimsizliği ve ulusal egemenliğinden zerre kadar özveride bulunamayacağini hala anlayamamişlardir. Bu yüzden itilaf Devletleri duraksamaya düştü. istedikleri denli duraksayabilirler. Bu ulus için duraksama devirleri çoktan geçmiştir. (Pek sürekli ve pek güçlü alkişlar) Devletlerin delege kurulumuza verdikleri son proje doğal olarak kabul edilebilir görülmedi. Ve diğer delegeler gibi bizimkiler de geri dönüyorlar. Tabii gensoru olacaktir. Sonuçta tüm dünya bilsin ki, bu ulus tam bağimsizliğinin sağlandiğini görmedikçe yürümeğe başladiği yoldan bir an durmayacaktir. (Alkişlar) Biz kimseden fazla bir şey istemiyoruz, her uygar ulusun sahip olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarimiz doğal olarak yasaldir, bize gereklidir. Ne denli hakli isek bunu savunma için de ülke ve ulusumuzun yeteneği ve gücü de o kadardir. (Alkişlar)
Efendiler; Görülüyor ki bu denli kesin ve yüksek bir askeri zaferden sonra da bizi barişa kavuşmaktan engelleyen neden doğrudan doğruya ekonomik araçlardir,iktisadi düşüncedir. Çünkü bu devlet, bu ulus iktisadi egemenliğini sağlarsa, o kadar güçlü temel üzerinde yerleşmiş ve yükselmeğe başlamiş olacaktir ve artik bunu yerinden kimildatmak mümkün olamayacaktir. işte düşmanlarimizin, gerçek düşmanlarimizin olur vermedikleri, bir türlü riza göstermedikleri budur.
Efendiler; Bu eylemsel gerçekleşmiştir. Bariş denen şeyin sağlanmasi için yabancilarin bu gerçeği itiraf etmemekteki duraksamalarina mantiksal anlam vermek mümkün değildir. Çok arzuya değerdir ki , pek yakin zamanda onlar da bu gerçeği itiraf ederler ve tüm dünya uygarliğinin pek büyük istek ve hasretle beklediği bariş toplantisina engel olmak sorumluluğundan çekinirler. şimdiden yaşamsal araçlarimizi sağlamaya başlamiş bulunuyoruz. Ve doğal olarak bariş durumunun toplanmasinda daha büyük gelişmeler oluyor. Fakat başarili olmak için çok çalişmak gerektiğini bilmeliyiz. iktisadiyat, iktisadiyat diyoruz. Fakat arkadaşlar iktisadiyat demek her şey demektir. Yaşamak için, mesut olmak için, insan varliği için ne gerekirse bunlarin tümü demektir, tarim demektir, ticaret demektir, çalişma demektir, her şey demektir.Tüm bu konularda şu anda ülke ve ulusumuzun ne durumda olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Nitelemek istemeyeceğim. Ancak ülkemizin bolluğu ve nüfusumuzun bu bollukla ne kadar uygun olmadiğini da animsayiniz. Bu miras ve verimli topraklari işleyebilmek, işletebilmek için eksik olan el emeğini hemen fenni alet ile gidermek zorunluluğundayiz. Ülkemizi bundan başka şimendiferler ile ve üzerinde otomobiller çalişir şoseler ile şebeke durumuna getirmek zorundayiz. Çünkü batinin ve dünyanin araçlari bunlar oldukça, şimendiferler oldukça, bunlara karşi merkepler ve kağni ile ve tabii yollar üzerinde yarişmaya çikişmanin anlami yoktur.
Ülkemiz tarim ülkesidir. Bu itibarla, halkimizin çoğunluğu çiftçidir., çobandir. Bundan dolayi en büyük gücü, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada önemli yarişma alanlarina atilabiliriz. Fakat ayni zamanda sanayimizi de güçlendirmek ve genişletmek zorundayiz. Eğer sanat konusunda yine müsamahakar olursak, o durumda sanayi ürünlerinde yine dişarinin haraç vericisi oluruz, ürünler ve yapilmişlarin değişimi ve servete çevrilmesi için ticarete gereksinimimiz vardir. Ticaretimizin yabancilar elinde kalmasi ülkemizin servetinden gereği kadar istifade edememeğe neden olur. Fakat tüm bunlar söylendiği denli basit ve kolay olmayan şeylerdir. Bunda başarili olabilmek için gerçekten ülkenin ve ulusun gereksinimine mutabik esasli program üzerinde tüm ulusun birleşmiş ve uyum içinde olarak çalişmasi gereklidir. Yüce kurulunuz bu temellerin en değerlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksiniz. “Arkadaşlar bence yeni devletimizin , yeni hükümetimizin tüm esaslari, tüm programlari iktisat programindan çikmalidir. Çünkü demin dediğim gibi her şey bunun içinde sarilidir. Bundan böyle çocuklarimizi o suretle öğretmeli ve eğitmeliyiz, onlara bu suretle bilim ve irfan vermeliyiz ki, tarim ve sanayide tüm bunlarin etkinlik alanlarinda verimli olsunlar,etkili olsunlar, eylemli bir öğe olsunlar.” Bundan dolayi eğitim programimiz gerek ilk öğretimde, gerek orta öğretimde verilecek tüm şeyler bu bakiş açisina göre olmalidir Eğitim programlarimiz gibi devlet şubeleri için düşünülecek programlar da iktisat programina dayanmaktan kendini kurtaramazlar. Temelli bir program saptamak, program üzerine tüm ulusu uyum içinde çaliştirmak gerekir. Bizim halkimizin çikari bir diğerinden ayrilir sinif biçiminde değil özellikle varliklari ve çalişma sonucu yek diğerine gereken siniflardan ibarettir. Bu dakikada dinleyenler çiftçilerdir, sanatkarlardir, tüccarlardir ve işçidir. Bunlarin hangisi diğerinin karşiti olabilir. Çiftçinin sanatkara; sanatkarin çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunlarin tümüne, bir diğerine ve işçiye muhtaç olduğunu kim inkar edebilirş Bugün varolan fabrikalarimizda ve daha çok olmasini dilediğimiz kendi işçimiz çalişmalidir. Müreffeh ve memnun olarak çalişmalidir. Ve tüm bu saydiğimiz siniflar ayni zamanda zengin olmalidir. Ve yaşamin gerçek lezzetini tada bilmelidir ki, çalişmak için kudret ve kuvvet bulabilsin. Bundan dolayi programdan bahsedildiği zaman adeta diyebiliriz ki, tüm halk için bir çalişma ulusal andi içeriğinde olan program çevresinde toplanmakta oluşacak olan siyasi biçim ise gelişi güzel bir parti biçiminde tasavvur edilmemek gerekir ve bariştan sonra oluşabilecek böyle bir siyasi şeklin şimdiye dek olduğu gibi ulusun azim ve imaniyla birlik ve dayanişmasinin birbirine yardimci olmasiyla başarili olacaği hakkinda kani güçlüdür ve tamdir.
Efendiler, Yüce kurulunuzun bugün gerçekleştirmiş olduğu Türkiye iktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasil ki, Erzurum Kongresi felaket noktasina gelmiş olan bu ulusu kurtarmak konusunda Misak-i Millinin( ulusal Andin) ve Anayasanin ilk temel taşlarini sağlama konusunda etken olmuş, etkili olmuş, girişimci olmuş ve bundan dolayi tarihimizde, ulusal tarihimizde en değerli ve en yüksek aniyi hazirlamiş ise, kongreniz de ulusun ve ülkenin yaşam ve gerçek kurtuluşunu sağlamaya yarayacak olan genel kurallarin temel taşlarini ve esaslarini hazirlayip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük nami ve çok değerli bir aniyi sağlayacaktir. (Alkişlar) Bu denli değerli ve tarihi kongrenizi açmak onurunu bana bahşettiğinizden dolayi özellikle teşekkürlerimi sunarim (alkişlar) (estağfurullah sesleri) ve böyle bir kongreyi gerçekleştiren sizlersiniz. Bundan dolayi sizi tebrike değer görür ve tebrik ederim. (Teşekkür ederiz sesleri) Kongre açilmiştir efendim.
Kaynak: Afet inan: izmir iktisat Kongresi, Ankara, 1982, s: 57-69 (GÜNÜMÜZ TÜRKÇESi: HACER - YAVUZ ÖZMAKAS)
bizzat Atatürk'ün emriyle Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.
Sabahattin Selek de kitaplarında köşke gelen insanların hep aynı kişiler olduğunu yazmıştı..Atatürk ün kadroları tasfiye edilmişti..Çevresi dalkavuklarla menfaat isteyen odaklarca sarılmıştı..
Latife Hanım demiyor muydu mektubunda bu dalkavuklar yüzünden eşim aşırı alkol tüketiyor eriyor diyen..
sulugöz senaryolar yazabilen Can Dündar da Mustafa filminde Atatürk ün mutsuz olduğunu yolunda gitmeyen olaylar olduğuna dikkat çekmişti..
yönetmen olmadığı için çekim tekniklerini bilmediğinden filmi soğuk ve duygusuz olmuş iz bırakmamıştı sadece tepki toplamıştı..
Prof. Halil inalcık Can Dündar ın canlı gaste programına katıldığında filmin eksiklerini nazik bir ifadeyle söyledikten sonra Serbest Fırka deneyimini mutlaka yaz filme çek demekten kendini alamamıştı..
Türkiyenin Hatıra Defterinde CHP otoritesinden bunalan onbinlerce insanın izmir mitinginde " kurtarın bizi bunlardan" diye Fethi Okyar a yalvardıklarını da izlemiştim..Çok partili hayata geçişte ilk muhalefet partisi olan Milli Kalkınma Partisi'nin genel başkanı Nuri Demirağ 'artik yeter' sloganı 1945'te ortaya atılmıştı
Çünkü muhalefet sevmeyen otoriter zihniyet ismet inönü yüzünden ilk uçak fabrikasını kapatmak zorunda kalmıştı..
Mustafa Kemal Atatürk : Cumhuriyeti kurduk ancak bir şeye benzemiyor. Ben faniyim.Ölmeden önce milleti hakiki hürriyete kavuşmuş ve alışmış görmek istiyorum. Bunun için muhalif bir parti lazımdır
Serbest Fırka deneyimini anlamaya çalışalım..
radikal gazetesi yazarı Avni Özgürel in yazısından
bakımından 1930 yılı demokrasi tarihimizde dönüm noktası sayılabilir. Ünlü Takrir-i Sükûn Kanunu'yla 1925) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve muhalif basın kapatılmış; İsmet İnönü itirazsız iktidarını sürdürür hale gelmişti. Ama bu göstermelik sükûndan başta Atatürk olmak üzere herkes şikâyetçiydi. Sonuçta 1930
Ağustos'unda bizzat Atatürk'ün emriyle Serbest Cumhuriyet Fırkası kuruldu.
Atatürk zor da olsa o tarihte Türkiye'nin Londra Büyükelçisi olan Ali Fethi Okyar'ı ikna etmişti muhalefet partisini kurmaya. Öyle ki, yeni partinin Çankaya'yla ihtilaflı olduğu hissinin uyanmasına mani olmak için Gazi ve Ali Fethi Bey karşılıklı mektuplaşmaları, Fethi Bey'in
niyetini Atatürk'ün de Fethi Bey'in teşebbüsünden duyduğu memnuniyeti yazmaları kararlaştırılmıştı ve bu mektuplar basına
açıklanacaktı. Öyle de oldu...
Basın, Fethi Bey'in "Tam laiklik ve cumhuriyetçilik temeli üzerinde" yeni bir parti kuracağına dair açıklamasını duyar duymaz Atatürk'ün kaldığı Yalova kaplıcalarına akın etti. O da "Yeni fırka inşallah memleket için faydalı olacaktır.Fethi Bey'in teşebbüsünü sevinçle karşılıyorum" dedi. Ardından
mektuplar açıklandı.
Atatürk burada Fethi Bey'e iktidar ve muhalefet partileri karşısında
tarafsız kalacağını, seçimlerin adil bir şekilde yapılmasını denetleyeceğini söylüyordu. 'Kaç mebus lazımsa...'
Atatürk çevresindekileri yeni partiye katılmaları konusunda
yüreklendirmeye çalışıyor ama onların zihinlerindeki tereddüdü
gideremiyordu. Yakın arkadaşı Nuri Conker'de, kız kardeşi Makbule
Atadan'da çekingenlik hâkimdi. Ahmet Ağaoğlu'yla yeni partiye gidilip
gidilmemesi konusunda oldukça sert bir şekilde tartıştı ama onu bile
ikna edemedi. Hepsi İsmet İnönü'nün bu partiyi de 'irtica'yla
suçlayacağı ve sonuçta kapattıracağı kanısındaydı. Ahmet Ağaoğlu
İnönü'nün de bulunduğu bir sohbette açık açık, "Herkesin yan yana oturduğuna bakmayın. Meclis'te serbest düşünme, serbest söyleme
ve serbest hareket etme imkânı verilse, CHF kendiliğinden iki kola ayrılır ve ayrılanla hakiki bir muhalif fırka kurulmuş olur" diyordu.
Atatürk kızacağı sanılırken kahkahalar atarak bu fikre katıldığını söylemesi Ağaoğlu'nu daha yüreklendirdi ve Gazi'nin huzurunda
İnönü'yle milletvekillerine bir devre görev yapsalar dahi ömür boyu
emekli maaşı bağlanmasını öngören kanun dolayısıyla tartışmaya
oturdu.
Atatürk tartışmaya müdahale edip konuya dönülmesini sağladıktan
sonra Ahmet Ağaoğlu'na, "Denetleme görevini yapmanız için kaç
milletvekiline sahip olmalısınız?" diye sordu; onun da "10-15 doğru dürüst bilgili adam yeter" demesi üzerine, "Öyleyse merak etmeyin. Ben yeni fırkaya 50- 60 hatta daha çok mebus temin ederim. Size şimdiden
Kütahya mebusu Nuri Conker'in umumi kâtip olmasının sözünü veriyorum. Bunu söyle-dikten sonra Conker'e dönüp, "Nuri kabul
ediyorsun değil mi?" diye sordu. Çaresiz kalan Conker'in, "Emredersiniz" cevabı üzerine kız kardeşi Makbule'yi işaret edip,
"Hemşirem de şimdiden yeni fırkaya girmiştir" dedi ve Ağaoğlu'na dönüp ekledi: "Daha söyleyecek bir sözün kaldı mı?"
'Seçilecek diyorum...'
Ahmet Ağaoğlu hâlâ ikna olmamıştı. Atatürk'le aralarında şu diyalog gelişti:
- Paşam, Ali Fethi Bey halen büyükelçidir. Nasıl Meclis'e girebilecek, nasıl yeni kurulan partinin reisliğini yapacak? - Mebus olacak elbette.
- Paşam nasıl mebus olacak, aklım almıyor.
- Başkaları nasıl olduysa o da öyle olacak.
- Paşam başkalarını siz tavsiye ediyorsunuz ve sizin fırkanızın mensupları onları seçiyorlar. Cumhuriyet Halk Fırkası'ndan olmayan
Fethi Bey'i siz nasıl ve kime tavsiye edeceksiniz? Yeni parti henüz kurulmadığına göre Halk Fırkası üyeleri nasıl olur da kendilerine rakip olacak bir partinin liderini seçerler?
- Ne karıştırıyorsun sen? Ben sana Fethi Bey seçilecek diyorum...
Atatürk sabırsızlanıyor, muhalefet partisinin bir an önce kurularak Meclis'te göreve başlamasını istiyordu.
Bu yüzden Serbest Cumhuriyet Fırkası (Tüzük taslağında bu isim Serbest Laik Cumhuriyet Fırkası diye anılmıştı) doğru dürüst program bile hazırlayamadan kuruluş dilekçesini İçişleri Bakanlığı'na vermek zorunda kaldı.
'Allah muvaffak etsin'
Ufukta belediye seçimleri vardı ve SCF kurucularının hedefi bu seçimlere katılmaktı. Atatürk, "Yeni kuruldunuz, hemen seçime girip kaybederseniz aleyhinize olur" diye uyardı Fethi Bey'i. Ama muhalefet lideri kararlıydı ve o izin verirse seçime katılacaklarını hatta kesinlikle kazanacaklarını söyledi. Atatürk "Allah muvaffak etsin" demekle yetindi.İnönü tehlikenin büyüdüğünü anlamıştı ama engellemek için biraz
Fethi Bey'in İzmir gezisi CHF'nin aradığı fırsatı verdi. Halk coşku içinde Fethi Bey'i karşılamaya hazırlanmıştı. Ama muhalefet liderinin
orada konuşturulmaması talimatını alan yerel yöneticiler olaylar çıkması ihtimalinden söz ederek Fethi Bey'e, "Mitigten vazgeçmesini"
söylediler. Fethi Bey durumu Atatürk'e iletmek için çekmek istediği
telgrafı kabul edecek postane bile bulamadı. Sonunda onun kaleme
aldığı metin İzmir dışından Ankara'ya ulaştırıldı ve Atatürk vakit geçirmeden müdahale etti: "Anlıyorum ki sana nutkunu söyletmek
istemiyorlar. Fakat sen behemahal nutkunu söyleyeceksin. Ve tesadüf edeceğin herhangi bir engeli bana bildireceksin. Başvekil,
Dahiliye Vekili ve İzmir Valisi asayişi temin etmekle mükelleftir."
Atatürk telgrafının birer kopyasını İnönü'ye ve mahalli yöneticilere
çektirmişti. Sonunda miting izni çıktı. Ama bu kez Fethi Bey'in konuşma yapacağı kürsünün karşısına ikinci bir kürsü hazırlandı ve
Fethi Bey'in orada konuşmaya başladığı söylentisi çıkarıldı. Oysa kürsüye çıkan Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt'tu. Halk durumu protesto etmeye
başlayınca orada bekletilmekte olan polis gücü harekete geçti.
İtekleme, coplama denenmedi bile tabancasını çeken polis ateş etmeye başladı halkın üzerine. Mitinge babasıyla gelen 14 yaşında
bir erkek çocuk oracıkta öldü. Olaylar kontrolden çıktı.
Fethi Bey kargaşadan sıyrılıp Ankara'ya döndüğünde gazetelerin hakkında kaleme aldıkları ağır yazılarla karşılaşınca ne yapacağını
şaşırdı. En şaşırtıcı olanı da CHF yönetiminin onu 'hükümete geçmeyi istemekle' suçlamasıydı. Fethi Bey buna dayanamadı ve
Meclis'e koştu: "Efendiler, iktidar partisinin daima o mevkide kalacağını söylemesini tabii, bizim fırkamızın iktidara geçmek isteğini
suç saymanın mantığını anlamak imkânsız. Eğlence olsun diye kurmadık bu partiyi, tabii iktidara geçmek istiyoruz."
Ahmet Agaoğlu bir kez daha Çankaya'ya çıktı. Atatürk şiddet olaylarından rahatsızdı:
- Beni Serbest Fırka'ya siz soktunuz. 62 yaşındayım ve hayatımın kırk yılını gücüm dahilinde milletime hizmet için geçirdim. Mezarıma birkaç adım kalmışken milleti anarşiye sevk eden sebep olarak
görülüyorum. Hepsi bir yana siz benim kurtarıcımsınız. Beni Malta
esaretinden kurtardınız. Oysa millete ihanet ettiğim gibi kurtarıcıma
da karşı çıktığım suçlaması altındayım. Buna katlanamam.
- Ne yapacaksın?
- Çekilir, öğretmenlikle meşgul olurum.
- O zaman beni karşında bulursun. Anlıyorum ki sen verdiğim sözden şüphe ediyorsun. Namus sözüm var. Müsterih olun Bu kabil
olaylar Avrupa memleketlerinde de oluyor.
'Kapatıyoruz'
Atatürk 1 Kasım 1930 günü hedefinin tek dereceli serbest seçim
olduğunu söylediğinde Fethi Bey ve arkadaşları adeta bayram etti.
Ama iki gün sonra Çankaya'nın havasının değiştiğini gördüler.
Atatürk kendisinin de inanmadığı bir çözümü öneriyordu: "Siz
çalışmaya devam edin ben de partimin başında siyasi mücadeleye
katılayım."
Fethi Bey partisinin diğer kurucularıyla görüşüp Köşke çıktı,
kararlarını bildirdi: "Biz sizinle mücadele etmek için parti kurmadık.
Dolayısıyla fırkayı dağıtmaya karar verdik."
Atatürk'ün Fethi Bey'i parti çalışmalarını sürdürmek konusunda ikna
çabaları sonuç vermedi ve iki dost insan Serbest Fırka'nın kendisini
kapatma kararı aldığının Meclis'te duyurulmasına karar verip ayrıldı.
ÇerçeveÇankaya'ya Anıtkabir planı
Atatürk'ün Çankaya'yı çok sevdiği biliniyor. Orada rahat ettiğini her
vesileyle söylediği de. Nitekim ölümünden sonra Falih Rıfkı Atay, Selah Cimcoz ve Ferid Celal Güven'den oluşan komisyon kurulacak Anıtkabir için en uygun mevkiin Çankaya olduğuna ilişkin
bir raporu Ulus gazetesinin başlıklı kâğıdı üzerinde kaleme aldılar.
Ama o tarihte kabul gören bu fikir daha sonra hatırlanmadı bile